AFYON SORUNUNUN TÜRK DIŞ POLİTİKASINA YANSIMALARI



                Türkiye-ABD ilişkilerine farklı bir boyut kazandıran Haşhaş Krizi özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan siyasal düzen içerisinde her iki ülke adına da farklı kazanımlar elde edilmesinde oldukça önemli bir paya sahiptir. Bununla birlikte krizi öncesi dönemde var olan ilişkilerin her dönemde yeni ayrıcalıklar ve çok boyutlu ortaklıklar elde edildiği göz önünde bulundurulduğunda Türkiye üzerinde bir baskı mekanizması geliştirilip hatta iç politikası üzerinde bir söz sahibi olabilme mücadelesi içerisinde bulunulması Türkiye’nin uluslararası alanda prestij kaybetmesine yol açan bir unsur olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla kriz öncesi ve sonrasında Amerika ile gerçekleştirilen münasebetler ele alındığında bu durum karılıklı çıkarlardan ziyade ABD lehinde cereyan eden tek taraflı kazanımlar şeklinde değerlendirilebilir. 
            Türk-Amerikan ilişkileri özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da meydana getirdiği ekonomik yıkımla birlikte SSCB’nin Türkiye’ye karşı olan tutumu neticesinde gelişmeye başlamış ardından Truman Doktrini ve Marshall Yardımları ile birlikte bir üst seviyeye çıkarılmaya başlanmıştır. Bu süreçle birlikte ardından Şubat 1952’de NATO’ya üye devlet konumuna gelen Türkiye özellikle stratejik açıdan SSCB için bir tehdit unsuru olmakla beraber ABD’ye karşı bağımlı bir devlet konumuna gelmeye başlamıştır. Dönemin ekonomik ve siyasal şartları neticesinde her geçen yıl dışa bağımlı bir politika çizilmesi ABD çıkarları ile tam olarak örtüşmekteydi. Dolayısıyla Türkiye kısa vadede sonuç getirecek bir yol haritası belirlerken ABD ise tam tersine uzun bir sürece dayanan ve sonunda tam manada bir kazanım elde etme uğraşı içerisindeydi. Bu iki farklı unsur uzun bir süre boyunca birbirlerini tamamlamayı başarabilmiştir. 
            Haşhaş tüketimi özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası ABD’de büyük bir hızla yayılmaya başlamıştı. Bunda etkili olan durum ise savaşın insanlar üzerinde bıraktığı yıkım ile birlikte bunu bir rahatlama aracı olarak görmeleriydi. Bunun yanı sıra tütün gibi sigara ve tütün gibi ürünler televizyon reklamlarında sağlığa faydalı bir ürün olarak tanıtılması kullanımını daha da yaygınlaştırılmış ve insanların günlük rutinlerinin bir parçası haline bürünmüştü. Bu sebeple haşhaşın tüketiminde artışın yaşanması bir kaçınılmaz son olarak değerlendirilebilir. Bu durumun önüne geçebilmek adına DEA gibi devlet destekli kamu kuruluşları oluşturularak haşhaş tüketiminin önüne geçmek amaçlansa da uygulanabilirlikte başarılı bir sonuç elde edilemedi. Bunun üzerine dönemin ABD başkanı olan Richard Nixon, Afyon Sorununu bir iç politika malzemesi olarak kullanmayı hedef aldı ve bu doğrultuda atılacak en önemli adım olarak bu ürünün tedarikçisi olan ülkelerle doğrudan veya dolaylı olarak bir mücadele içerisine girmeyi benimsedi. Ancak ABD gibi büyük bir ülkede var olan küresel boyutlu bir ekonomik hareketliliğin yaşandığı göz önüne alındığında kaçak yollarla ülkeye giriş yapan haşhaş trafiğinin kesilmesi kısa bir vadede elde edilebilecek bir sorun olmaktan çok uzaktaydı. Bu sebeple ABD sahip olduğu ayrıcalıkları özellikle başta da belirtildiği üzere bir baskı ve yaptırım unsuru olarak kullanma yolunu tercih etmiş ve bunda da başarılı olmuştur. Bu dönemde içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu Hindistan ve Yugoslavya gibi ülkelerce üretim devlet kontrolü altında gerçekleştirilmekte ve ayrıca bilimsel ve tıp alanlarında kullanılmak  amacıyla elde edilmekteydi. Bununla birlikte özellikle haşhaş üretimi devlet ekonomisi için önemli bir gelir kaynağı olup Anadolu topraklarında çok uzun yıllar boyunca dikimi gerçekleştirilmekteydi. Dolayısıyla Türkiye’de üretimi gerçekleştirilen bu ürünün kaçak yollar ile asıl amacı dışında kullanımın sağlanması devlet politikası ile ters düşen bir durum olarak nitelendirilebilir. Haşhaş ekiminin yasaklanmasına yönelik ilk adım olarak, 1967’de ABD Büyükelçisi Parker Hart ile Başbakan Demirel’in yaptıkları sözlü anlaşma sonrası, çiftçilere haşhaşın yerine alternatif mahsul ikame etmeye yardımcı olmak ve Jandarma ve Polis'te narkotik kolluk kuvvetleri oluşturmaya yönelik programlar başlatmak amacıyla ABD ile Türkiye arasında Tarımsal Kalkınma ve Kontrol Kredisi Anlaşması imzalandı.2 Bu doğrultuda tıpkı daha önce olduğu gibi ekonomik anlamda ABD tarafından desteklenecek ancak bunun karşılığı olarak ise haşhaş üretimi ve bunun denetlenmesi yolunda ABD çıkarları ile örtüşen adımlar atması gerektiği ön koşulunu da beraberinde getirmektedir. Ancak bu sayede karşılıklı ilişkilerin devamlılığının sağlanması gerçekleştirilmektedir. Ancak izlenilen bu politika özelikle Nixon’ın kendi iç politikasında elini güçlendirmek amacıyla geliştirdiği açık bir şekilde görülmektedir. Yine DEA aracılığı ile ABD’ye kaçak yollarla giriş yapan haşhaşın %80’inin Türkiye’den geldiğine dair çıkartılan makale ve gazete yazıları ile kamuoyunda önceden hazırlanılan bir zemin hazırlanmış ve halkın Türkiye’ye karşı tutumunda bir sertlik artışı gözlemlenmiştir. Ancak asıl mesele ise daha önce belirtildiği üzere Türkiye’nin ABD yardımlarına bağımlı hale getirilmesi ve bununla birlikte NATO üyesi bir devlet konumunda olması ABD ile ters bir vaziyet içerisinde bulunulmasından kaçınılmasına dolayısıyla ABD isteklerine karşı ılımlı bir tavır takınılmasına sebebiyet vermiştir. Böylece bu mesele bir iç politika malzemesi olarak kullanılarak kendi amacı doğrultusunda Türkiye ile bir diyalog kanalı kurulmasına ön ayak sağlamıştır. Ayrıca bu durumu daha iyi kavrayabilmek adına yine bu dönemde devam eden Vietnam Savaşı’nın sürdürülmesinin her ne kadar ABD kamuoyunda tepkilere neden olsa da yine Nixon'ın “Savaş kaybeden ilk Amerikan başkanı olmayacağım” sözlerinden de anlaşılacağı üzere bir iç politika malzemesi olarak kullanılmış ve bu durum ancak savaştan yıllar sonra anlaşılabilmiştir. Dikkat edilmesi gereken asıl husus ise açık bir şekilde görülmektedir ki Nixon için savaşta kaybedilen askerler kendi otoritesini koruyabilmek adına pekte önem arz etmemektedir. Bu doğrultuda yola çıkıldığında da Türkiye adeta bir üçüncü dünya ülkesi konumunda olmakta ve asıl görevinin kendi çıkarları doğrultusunda şekil alması gerektiği ön plana çıkmaktadır. Uyuşturucunun asıl kaynağı olan Altın Üçgen bölgesindeki üretim, hükümetlerin otoritesi dışındaki bölgelerde gerillalar tarafından yapılmaktaydı. ABD’nin gerilla liderlerini muhatap alıp, üretimi durdurmalarını istemesi düşünülemezdi. Ayrıca, bu bölgede, komünist yönetimlere karşı savaşan Amerikan yanlısı gerillaların, silah ihtiyaçlarını uyuşturucu satarak sağlamaları, Nixon yönetiminin müdahalesini engelleyen ikinci bir unsurdu. Bu durum ABD’ye giren asıl haşhaş tedarikinin önünde bir engel oluşturmakta ve bu engelin aşılabilmesi ve kamuoyunda oluşan rahatsızlığın giderilmesi adına Türkiye ile bir mücadele içerisine girilmesini tetikleyen bir unsur oluşturmaktaydı. Bu durumu kendi lehine çevirebilmek için NATO, Birleşmiş Milletler ve diğer ulus devletleri ile kurduğu güçlü bağlarından faydalanarak Türkiye karşısında bir koz kullanılması Nixon için cazip bir fırsat niteliğindeydi. Ayrıca Nixon uyuşturucu ile mücadele ederek sorunun tamamen ortadan kaldırılmasının mümkün olmayacağının bilinci içerisinde olup kısa vadede de olsa kendi siyasal varlığını sürdürebilmek adına kullanılması gereken bir araç değerlendirmekteydi. 
                İlişkilerde krize doğru evirilen süreç Türk iç politikasında da çok büyük önem arz etmekteydi. Dönemin başbakanı Süleyman Demirel’in partisi olan Adalet Partisi sahip olduğu oyların büyük çoğunluğunu haşhaş üretilen bölgelerden elde etmekteydi. Bu pozisyonda ABD istekleri doğrultusunda atılacak olan adımların karşılığı olarak büyük bir oy kaybının yaşanması kaçınılmazdı. Dolayısıyla bu sürecin uzun bir döneme yayılması AP’nin elini rahatlatır bir pozisyona girmesini sağlarken öte yandan da ABD gerçekleştirilebilecek olası bir ABD yaptırımı ise meselenin büyüyebilme ihtimalini arttırmaktaydı. Dolayısıyla Demirel için müttefiki ile olan ilişkilerin gidişatını tersine çevirmesi her şartta kendi aleyhine işlemekteydi. Bununla birlikte Nixon ise sürecin Türk kamuoyunda tepkiye yol açmasını engellemek adına haşhaş ve türevlerinin insanlar üzerinde bırakabileceği zararları gösterebilmek adına Türk basınında bir kötüleme kampanyası girişiminde bulunarak halkı bu konuda bilinçlendirme mücadelesi içerisine girmişlerdi. Ayrıca ABD diğer müttefikleri olan Fransa ve Almanya’nın da desteğini alarak Türkiye’nin haşhaş üretimine karşı aynı cephede yer alarak caydırıcılığını arttırmayı amaçlamışlardır. Ancak bu baskı ortamı içerisinde Demirel, ABD’nin beklediği tavrı sergilememiş aksine bu durumun düzeltilebilmesi için belli bir siyasal ortamın oluşturulması gerektiğini ısrarla vurgulamış. Buradaki asıl mevzu ABD’nin kullandığı baskı unsurları bir bakıma ters tepmiş ve dolayısıyla ortak payda da buluşabilmek adına belli bir süre tanınarak Türkiye ile ABD arasında gerçekleştirilecek iş birliği her iki ülke adına da fayda sağlayabileceği belirtilmiştir. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Yardımcısı Elliot R. Richardson ise ...baskı uygulamak yerine, sorunu uluslararası bir forumda gündeme getirmek daha uygun olacaktı. 6 Mayıs’taki “Uyuşturucuyu Önleme” toplantısı bu açıdan uygundu. Bunun dışında Haziran ayında NATO tarafından düzenlenecek “Modern Toplumların Sorunları” toplantısı da vardı. ABD’nin amacı bu toplantılarla Türkiye’ye yönelik uluslararası bir baskı zemini oluşturmaktı. Haziran ayındaki NATO toplantısının ABD baskısı için bir paravan olarak kullanıldığı izleniminden kaçınmak için, gündemin kapsamı tüm uyuşturucu sorunlarını (sentetik, eğitim, rehabilitasyon) kapsayacak şekilde genişletilecekti.4 Böylece Türkiye’ye karşı sadece ABD destekli bir baskı yerine küresel boyutlu bir yaptırımla karşı karşıya kalabileceği bilinci oluşturulması sağlanmış oldu. Bu süreçle birlikte Türkiye’yi ikna etmek daha kolay bir hal almış oldu. Bununla birlikte Türkiye’de var olan haşhaş ekimi kırk iki ilden dokuza düşürülmüştü. Göründüğü üzere ABD çabaları yavaşta olsa cevap vermeye başlamış ancak buna karşın elde edilmek istenilen sonuca tam manada ulaşılamamıştı. Eylül 1970’de Cenevre’de gerçekleştirilen BM özel oturumunda uyuşturucu ile mücadele kapsamında bir algı oluşturulmuş böylece yine ABD’nin çıkarları doğrultusunda Türkiye bir başka baskı unsuruyla daha karşı karşıya bırakılmıştır. Ancak oturumda yer alan Türk heyeti ise açık bir şekilde haşhaş üretiminin tamamen ortadan kaldırılmasına yönelik bir girişim içerisinde olduğunun farkındaydı ve dolayısıyla bu durum Türkiye-ABD ilişkilerinde gerilimin artmasına sebebiyet vermekteydi. 
            Bu süreçle birlikte Türk iç siyasetinde de çalkantılar mevcuttu. Demirel hükümeti boyunca haşhaş ekiminin kaldırılmasına yönelik mevzuatlar bir türlü TBMM’den geçmiyordu. Dolayısıyla da süreç yine ABD aleyhine doğru işlemekteydi. Ancak Nihat Erim hükümetinin iktidarı devralmasıyla birlikte istenilen sonuçlar meyvesini vermeye başlamış oldu. Dışişleri Bakanı Osman Olcay 22 Nisan'da Büyükelçi Handley' le yaptığı bir görüşmede, “ABD'nin haşhaş konusundaki baskılarını azaltarak, Türkiye'nin mevcut siyasi sorunlarını hafifletmeye yardımcı olabileceğini” söyledi. Böylece artık sürecin sonuna yaklaşılmıştı. Bu durumda haşhaş ekiminin tamamen ortadan kaldırılması için Türkiye’nin ABD’den istek ve talepleri ortaya çıkarıldı ve bu durum karşısında ABD ise bir çözüm yolu bulmak adına her türlü desteğin sağlanacağı garantisi verilmişti. Uzun bir döneme yansıyan ikili görüşmelerde ortak bir payda da buluşulmuş ve Haziran 1971’de haşhaş üretimi Türkiye’de kesin olarak yasaklanmıştı. 
            ABD başkanı Nixon’ın iktidarı ile birlikte cereyan eden bu kriz Türkiye-ABD ilişkilerini uzun bir dönem boyunca etkilemeyi başarmıştır. Özellikle bu mevzunun Nixon tarafından bir iç politika malzemesi olarak kullanılması ve buna karşın Demirel’in oyalama taktiğini kullanması ise iki liderin de bireysel olarak politik başarısı olarak görünse de ABD’nin sahip olduğu güçten ziyade bu gücü pazarlama yöntemi ile uluslararası boyutta caydırıcılığını arttırmaya yönelik kullanması ABD’nin elini büyük ölçüde güçlendirmesini sağlayan unsur olmuştur. Türk dış politikasında büyük bir öneme sahip olan bu mesele özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası ABD ile geliştirdiği ilişkiler ve bu bağlamda arttırılan bağımlılığın açık bir göstergesi şekildedir. Türk iç politikasının küresel boyutta etkilenmesine sebep olan Afyon Sorunu ilerleyen dönemlerde ortaya çıkan sorunlara örnek teşkil etmektedir. Bu mevzunun Türkiye aleyhinde sonuçlanmasında dönem öncesi izlenilen dış politikalardaki hatalardan da kaynaklanmaktadır.

KAYNAKÇA 

Oran, B. (2009). Türk Dış Politikası. İstanbul: İletişim Yayınları. 
Sander, O. (2016) Türk-Amerikan İlişkileri: (1947-1964), Ankara: İmge Kitabevi. 
Kissinger, H. (2000) Diplomasi. (Çev. İbrahim H. Kurt). İstanbul: Türkiye İş Bankası, (Kitabın Orijinal Basımı 1994). 
Erhan, Çağrı; “ABD ve NATO’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, I, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KRUPP FİRMASI VE TÜRKİYE

COĞRAFİ KEŞİFLERİN ETKİLERİ ÜZERİNE KISA BİR ANALİZ

KÜBA BUNALIMI VE FÜZELER KRİZİ