ORTAÇAĞ’DAN YENİÇAĞA BURJUVAZİ İLE ARİSTOKRASİ ARASINDAKİ ÇATIŞKISI


A. Ortaçağ’dan Yeniçağa Burjuvaziyle Aristokrasi Arasındaki Çatışkı
            Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla birlikte Avrupa’da meydana gelen otorite boşluğu, yeni siyasal sistemlerin ortaya çıkmasına sebebiyet verip ve yüzyıllar boyunca süregelecek olan iç mücadelenin fitilini ateşlemiş olacaktır. Özellikle feodal düzen anlayışını ile başlayıp birçok tarihi olay ve akımları arkasında sürükleyerek devam eden aristokrasi ile burjuvazi mücadelesi Fransız İhtilali ile doruk noktasına ulaşmış olacaktır. Bu süreç boyunca her bir gelişme bir önceki olayın sonucu olarak nitelendirilirken kendisinden sonra meydana gelen durumun sebebi olarak tanımlanacaktır. 
            V. yüzyıl ile birlikte merkezi krallıkların güç kaybetmesiyle birlikte yükselişe geçen taraf Cermen Krallığı ve Roma Kilisesi olmuştur. Artık bu süreç içerisindeki otorite sahibi kilise olmuş adeta bir devlet haline bürünmüştür. Kilise sahip olduğu bu güçle birlikte Frank Krallığı tarafından da desteklenmekteydi. Ayrıca feodal beyler bu otorite boşluğundan faydalanarak güç mücadelesi içerisine girmekte ve kendi aralarında bir siyasal sistem oluşmuşlardı. Bununla birlikte aristokrasinin kilise üzerindeki etkisi ise Kutsal Roma-Cermen İmparatoru’nun papa tarafından taç giymesiyle örneklendirilebilir. Bu dönemde dikkate alınması gereken bir gelişme ise kilisenin çağrısıyla 1096’da başlayan Haçlı Seferleri ile birlikte Kudüs’e doğru yola çıkan aristokrat gruplar bu süreç içerisinde büyük kayıplara uğrayacak ve böylelikle kilise üzerindeki baskı bir bakıma azalmış olacaktır. Ayrıca iki kılıç kuramı ile birlikte skolastik düşünce sisteminin yer aldığı bir ortamda kilisenin otoritesi sorgulanamaz bir konum haline bürünmüş oldu. Aristokrasinin sahip olduğu gücün altında yatan en büyük etken savaş ganimetleri olurken bu dönem içerisinde savunma savaşlarının süregelmesi ellerini zayıflatmıştır. Bu durumu kendi avantajına çevirmek isteyen ...krallar, soylulara ve din adamlarına karşı verdikleri her mücadelede burjuvazinin ve bu kesimlerin desteğini arayacak ve bu destek sayesinde merkezi otoritelerini giderek güçlendirerek ulusdevlete giden yolu inşa etmeye girişeceklerdir.1 İleride ulus-devlet anlayışının temellerini atacak olan bu kentli sınıfa başta kilise olmak üzere soylular da karşı bir tutum içerisinde oldular. Kralın buradaki asıl amacı ise giderek güç kaybeden aristokrasi ve kendi çıkarlarıyla örtüşmeyen ve hatta Hobbes’un da dile getirdiği gibi ‘devlet içinde devlet olmaz’ görüşü çerçevesinde kilisenin boyunduruğundan kurtulup burjuvaziye destek sağlayarak ekonomik anlamda gelişme kaydedip kendi konumlarını sağlama alma arzusunda olmasıdır. Bununla birlikte burjuvazinin kendi varlıklarını ve sahip oldukları malları güvence altına almak ayrıca gelişmesinin önündeki engel olan feodal yapı ve onun destekçisi kiliseye karşı kralın yanında yer alarak askeri ve ekonomik boyutlu fayda sağlamanın kendi çıkarlarıyla da örtüştüğünün bilinci içerisinde olmuşlardır. Bu karşılıklı çıkar ilişkisi özgürlükçü ve hümanist yaklaşımın temellerine oturtulan reform-rönesans hareketlerinin kentlerde ortaya çıkmaya başlamasıyla örtüşmektedir. Artık kentler ticaretin merkezi konumuna gelmiş ve böylece bu sistemin varlığını sürdürebilmesi kent toplumunun temel vazifesi haline gelmişti. Böylece kentlerde iş birliği bilinci oluşmaya başlayarak sahip olunan düzenin devamlılığını sağlamak adına siyasal  özgürlüğün oluşturulması esas alınmıştır. Kendi varlığını tehdit eden unsurlara karşı özgürlüğünü koruyabilen burjuva böylece siyasal yaşama katılabilmek adına büyük bir adım atmış oldu. Bildiği tek şey çalışmak olan burjuvazi her geçen gün daha da zenginleşecek ve sahip olduğu zenginliği yeni yatırım alanlarına yönelterek elde ettikleri nüfuzlarını güçlendirip aristokrasi üzerinde bir baskı unsuru olurken kilisenin de ticareti haram kılıp tarım ekonomisini savunmasıyla birlikte kentler çatışma ortamı haline gelmesi sağlanacak. Yeni geliştirilen sistemlerle birlikte artık şövalyelerin savaşlarda sağladığı verimin azalması kralları kentlerin sağlamış olduğu ekonomik getirilere yöneltmiş ancak bununla yetinmeyip feodal beylere yönelik yeni vergilendirmeler köylü ayaklanmalarına ön ayak olmuştur. Reform ile başlayan ve kentlerde ortaya çıkan özgürlükçü düşünce yaklaşımıyla birlikte burjuvazi Martin Luther’in görüşlerinin kendi çıkarlarıyla örtüştüğü ve aristokrasi ile kiliseye karşı bir savunma mekanizması olarak kullanabilmek adına desteklemiştir. Bu süreçle birlikte köylü ayaklanmaları patlak vererek aristokrat sınıfının uygulamış olduğu baskıdan kurtulmak adına mücadele edilse de bu isyan bastırılmış ancak ileride daha büyük isyanlara rehberlik etmiştir. Kilisenin ticareti haram kabul etmesine karşın Calvin ise çalışıp emek harcayan burjuvaziyi asıl dindar olarak nitelemiş. Böylece zevk ve keyfi harcamalar yerine üretim içerisinde olan kişiler Tanrı katında daha değerli varlıklar olarak gösterilmiştir. Coğrafi keşiflerden yola çıkacak olursak burjuvazi genel olarak sahip olduğu karakteristik özelliği gereği hırçın, mücadeleci ve hırslı olurken aristokrat sınıfı ise zevk ve keyfe düşkün asil bir tavır takınması bir tarafı daha zengin yapar iken diğer tarafı gittikçe zayıflayan bir duruma düşürmüştür. Soylu kesim sahip olduğu gücü gün geçtikçe kaybetmesine karşın bu durumu engelleyecek gerçekçi adımlar atmamış aksine kendini kentli sınıftan üstün görmüş. Ancak burjuvazi içinde bulunduğu durum ile yetinmeyip kendi mücadelesini sürdürerek hep daha fazlasını istemiş böylece yükselişini devamlı olarak sürdürebilmiştir. Aristokrasi sahip olduğu konuma önceden elde edilen ayrıcalıklardan faydalanarak gelirken bu konumu yavaşça kaybettiğinin bilinci içerisinde olmamış ama burjuvazi ise kendi emeği ile elde ettiği konumu kaybetmemek için hep daha fazla çalışma arzusunda içinde olmuştur. Bu durum bu iki sınıfı birbirinden ayırt etmede kullanılacak olan en önemli unsur kabul edilebilir. 
            Kelebek etkisi misali sürekli bir devinim içerisinde olan ve zamanın akışkanlığı ile değişikliklere uğrayan bunun yanı sıra birbirlerini doğrudan ya da dolaylı olarak etkileyen bu aristokrasi-burjuvazi mücadelesi, Batı Roma’nın yıkılıp ardından feodalizm ortaya çıkması ile birlikte gelişmeye başlayıp kilisenin otorite boşluğundan faydalanıp, skolastik düşünce ile yerini sağlamlaştırarak ayrıca kendi çıkarları doğrultusunda aristokrasi ile iş birliği içerisinde varlığını sürdürür iken buna karşın kralların ulus-devlet anlayışıyla iktidarlarını sağlam temeller üzerine atmak adına burjuvaziye sağladığı ayrıcalıklar ile kendi varlıklarını koruma altına almayı amaçlamışlardır. Haçlı seferleri ile farklı bir boyuta taşına bu mücadele burjuva sınıfını güçlendirip kentlerin daha dinamik yapılar haline gelmesini sağlamıştır. Reform ve rönesans akımları ile modern bir toplum yapısının tohumları atılarak kilisenin otoritesi sarsılmış böylece aristokrasiye olan başkaldırının ilk adımları atılmış oldu. Mahşerin üç atlısı olarak tanımlanan düşünürlerin kiliseye karşı mücadelesi burjuvazinin çıkarlarıyla uyuşması ile istenilen siyasal ortam sağlanmış böylece önü kesilemeyecek bir konuma gelinmiş oldu. Uzun yıllar boyunca aristokrasi ile burjuvazi arasında süregelen mücadele sonunda günümüz kapitalist sisteminin yapı taşını oluşturmuş oldu.

B. Ortaçağ’dan Yeniçağa Burjuvaziyle Aristokrasi Arasındaki Çatışkı 
            Batı Roma İmparatorluğu’nun farklı kavimlerin istilaları sonucu çökmesiyle birlikte günümüz sosyo-ekonomik yapısını dahi şekillendirecek olan süreç başlamış oldu. Ardından birbirleriyle bağlantılı şekilde gerçekleşen ve tarihsel olayların akıbetine yön verecek şekilde ilerleyen birçok siyasal yönetim biçimleri, akımlar ve yapılar meydana gelmiş oldu. Özellikle aristokrasi ve burjuvazi arasında süregelen mücadele çerçevesinde bu olayı doğuran birden fazla düşünürün ortaya atmış olduğu tezler ve düşünce akımları dönemin toplumuna ve bu bağlamda sosyal yapısını önemli ölçüde etkilemiştir. İlerleyen süreç ile birlikte gelişen teknoloji, kiliseye olan bakış açısı ve ekonomik kalkınma gibi etkenler ile birlikte artık önü alınamayan ve ivme kazanmış olan çözünme durdurulamaz hale gelip başta Batı medeniyeti olmak üzere diğer medeniyetleri de etkisi altına almayı başarabilmiştir. 
            Başta Cermen kabilelerinin istilası ile birlikte güneyden gelen İslam medeniyetlerinin de baskılarını hissetmeye başlayan İmparatorluk elinde bulundurduğu otoritesini kaybetmeye başlamış böylelikle kendi toprakları üzerinde bulunan halkın güvenliği kontrol altına alamaz iken bunun yanı sıra topraklarının köylüler tarafından terk edilmeye başlanmasıyla en büyük gelir kaynağı olan vergilerden mahrum bırakılmıştır. Böylelikle topraktan elde edilen gelirde büyük kayıplar yaşayan soylu sınıfı kentlerdeki ticari dolaşımı daha fazla ilerletemeyecek hale gelmişti. Bu durumda kentlerde icra edilen zanaatlara talep azaldı ve bu sebeple esnaflar da hem geçimini sağlayabilmek hem de barbar kavimlerin istilasından kendilerini korumak adına ya küçülmeye gitti ya da birçoğu gibi feodal beylerin malikanelerine sığınmaya başladılar. Karşılıklı çıkar doğrultusunda üretici malikanede soylu sınıfına vergi veya mal verirken lordlar da bunun karşılığı olarak zanaatkarın ve toprağı işleyen köylülerin güvenliğini sağlamış olacaktı. Ancak toprağı işleyen köylü onun mülkiyetine ve üretim araçlarına sahip olamayacaktı. Bu sistem ise ileride çatışmaya sebebiyet olacak ortama zemin hazırlamaktaydı. Böylelikle Avrupa’da artık yeni bir siyasal sistem olan feodalite ortaya çıkmış oldu. Bu sistem ile birlikte artık Avrupa’da bir siyasal birlikten söz etmek mümkün değildir. Bu durum ise Roma Barışı’nın artık daha fazla sağlanamayacağı görüşü ortaya çıkmasıyla birlikte Avrupa büyük bir güç mücadelesi ortamı haline gelmiş oldu. Ayrıca feodal yapı, en büyük toprak sahibi olan kilisenin gelirlerinde büyük ölçüde artışa ve buna bağlı olarak da otoritesinin sarsılmaz bir hale getirmesine sebep olmuştur. Ek olarak Avrupa’da süregelen iç çatışmalar ve skolastik öğretinin yayılışının hız kazanması kilisenin elini daha da güçlü bir hale getirmiştir. Dönem içerisindeki en büyük gelişme ise ...732 tarihindeki savaş sonunda Müslümanları güneye püskürten Çekiç Charles, bu başarısı nedeniyle Papa'dan övgüler almış; daha sonra, oğlu Kısa Pepin'e tacını, Papa ve Kilise ileri gelenlerinin uygun görmesi sonucunda, önde gelen piskoposlardan Bonifacius giydirmişti.2 Kilisenin taç giydirmesi ile birlikte Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu ilan edilmiş ve en büyük destek yine kilise tarafından sağlanmış oldu. Bu durum açık bir şekilde kilisenin himayesi altına giren kralın meşruluğunun sorgulanamayacağına bir örnek teşkil etmekte olup ortak çıkarlar doğrultusunda hareket etme bilincini doğurmuş oldu. Ayrıca Avrupa’da Katolik Hristiyanlığın yayılmasındaki engeller aşılmış buna bağlı olarak kilisenin de iyice merkezi bir konuma gelerek otoritesinin sorgulanmasını önüne geçilmiş oldu. Kilisenin üstünlük kazanmasının en ilginç örneği Papa'ya karşı savaşı kaybeden imparator IV. Henri'nin 1077 yılında Papa'ya günahlarını affettirmek için Kannasa Şatosu'na gitmesi ve Papa'nın İmparator'u aç ve çıplak ayak karların içinde üç gün bekletmesi.3 Gücü gün geçtikçe artan kilisenin bir bakıma devletleştirecek konuma getirecek olan tarihi olay ise Haçlı Seferleri’nin başlaması olmuştur. Hristiyan dünyasının önde gelen soylu sınıfı kendi dinini korumak adına gerçekleştirmiş olduğu bu mücadelenin asıl kazananı ise kilise olmuştur. Bu süreçle birlikte artık var olan soylu sınıfının nüfusu giderek azalmaya başlamış böylece kilise içerisinde var olma mücadelesi veren bu sınıfa karşı bir darbe indirilmiş oldu. Ayrıca büyük kitlelere hitap eden kilise artık hem dünyevi hem de ruhani dünyanın lideri konumuna gelmişti. Ancak göz ardı edilen husus ise seferler ile birlikte uzun süre boyunca doğu medeniyeti ile ilişkisi kopan batının yavaş yavaş ticaretin merkezi olan kentlerin canlanması olgusunu ortaya çıkmış. En başta belirtildiği üzere her bir sonuç başka bir olaya sebebiyet vermiştir ve dolayısıyla bu durum burjuvazi sınıfının ortaya çıkmasındaki gelişmelerden sadece biridir. Bir diğer önemli gelişme ise yine aynı dönem içerisinde Salisburyli John’un bir başka noktaya taşıdığı Çiftte Kılıç kuramı ile Katolik Kiliseyi hem kralın hem de halkın üstünde bir yere sahip olduğunu ileri sürerek dini ve siyasi gücün tıpkı evrenin tek idarecisi olan tanrı gibi kilisede toplanması gerektiği düşüncesini ortaya atmıştır. Çiftte Kılıçlar kuramı ile kralın, yerine getirmesi gereken görevlerini hiçe sayıp kiliseye karşı sorumluluklarından kaçınarak bu süreçte hiçbir şey yapmamış olması bile kutsal kilisenin varlığını göz ardı edilmiş olarak nitelendirilip bir bakıma kiliseye karşı savaş savaş açmış olarak değerlendirilir ve bu durumda ise kilisenin kendi çıkar ve menfaatini gözeterek kral ile mücadele içerisinde olması doğal bir hak olarak değerlendirilir. Ayrıca Aquinumlu Thomas’ın da kralların iktidarı tanrıdan almasına karşın sonsuz olamayacağını böylece keyfi kural ve kaidelerin uygulanarak halkın güvenliğinin tehlike altına atılamayacağını savunmuştur. Bu durum kiliseyi güçlü bir konuma sokarken bu düşünce akımının yayılmaya başlamasıyla birlikte Magna Carta’nın ortaya çıkmasına da büyük ölçüde sebebiyet vermiştir. Kralın yetkilerinin sınırlandırılmasıyla birlikte ilk kez feodal beylerle karşı çıkma hakkı tanınmış ve bir kez daha kilise otoritesinin varlığı da kral karşısında karşı konulamaz bir güç olarak değerlendirilmişti. Hareket alanın giderek kısıtlandığının bilincinde olan krallar ise bu durumun altında yatan sebep olarak kiliseyi hedef göstermiştir. Ancak Parisli John’un basit bir şekilde ileri sürdüğü dünyadaki iktidarın sahibinin kral olurken ruhani iktidarın lideri de papa olduğu düşüncesi ile kilisenin dünyevi işlere karışma hakkının olmadığı ancak devlet ruhani yönetimde söz sahibi olabileceğini savunmuştur. Bu fikirleri besleyecek olan en önemli bir başka tarihi olay ise reform ve rönesans hareketlerinin canlılık kazanmaya başlaması olmuştur. Martin Luther’in 95 Tezi ile başını çektiği bu akım her ne kadar kilise ve onun yaymış olduğu düşünce sistemlerine tepki olarak ortaya çıkmaya başlasa da bunun sonucu olarak burjuvazi sınıfının ortaya çıkmasındaki en büyük gelişmelerden biri olmuştur. Ayrıca Paris Üniversitesi’nden yayılmaya başlayan yeni özgürlükçü düşünce sistemleri kilisenin artık giderek yozlaştığı fikrinin tohumları atılmaya başlanarak bu fikirler zamanla Avrupa’nın tümüne doğru yayılmaya başlayacak. Ancak yine bu dönemde yaygın olan bir başka görüş ise insanların tanrısal kurtuluşa erişerek öteki dünya için çaba sarf etmeleri gerektiği düşünülürken bunun yolunun kiliseden geçtiği savunulmaktaydı. Böylece bunu bir propaganda malzemesi olarak kullanan kilise insanların korkularından faydalanarak tıpkı Luther gibi aforoz etmekle cezalandırıcı yetkiye sahip olduğunu öne sürmekte buna karşın ise para karşılığında endülüjans belgesi vererek cennette yer vaat etmekteydiler. Buradaki en büyük çelişki ise yine kilisenin ön gördüğü ticari girişimde bulunan kişilerin cehenneme layık olduğunu savunmakta bilakis en büyük ticari etkinlik ise yine kilise tarafından yapılıyor olması gerçeğidir. Luther’in fikirlerini ilk benimseyecek olanlar ise tabii ki krallar olacaktır. Ancak kralların kaybolan istikrarı yeniden kazanabilmesi için gerekli olan yardım hiç şüphesiz kilisede belli bir nüfuza sahip olmuş olan burjuvalardan sağlanamayacağını kabul ederek yönünü genç burjuvaziye doğru yöneltecek. Burjuvazinin yükselişinde önemli role sahip olan doğu ile ticaretin hız kazanamaya başlaması özellikle dokumacılık sektörünün değerli bir konuma gelmesini sağlamış oldu. ...bir toprağı ekmektense orada sürü beslemek daha kârlı duruma geldi. Bunun üzerine bazı büyük toprak sahipleri, topraklarında tahıl yetiştirmek yerine sürü beslemeye başladılar. Böylece, kasaba, kent pazarına yün satıp, buralardan gelişen ticaretin ve sanayinin sunduğu yeni lüks mallan satın alabildiler.4 Bununla birlikte kent ekonomisinin yavaşça gelişim göstermeye başlamış ve de ateşli silah, barut ve mermi gibi sanayi ürünlerinin üretim merkezi haline geldi. Bu durum tabii ki başta belirtildiği üzere kralların dikkatini çekmekteydi. Bunun altında yatan en büyük sebep ise ulus-devlet anlayışı ile yönetilebilecek olan devletin inşasını gerçekleştirme arzusudur. Gelişen teknoloji ile birlikte savaşlarda feodal beylerin oluşturduğu düzensiz ve küçük gruplar yerine belli bir sisteme sahip ve daha donanımlı ordulara ihtiyaç vardı. Bu sebeple ihtiyaç duyulan kaynak ise burjuvazinin yer aldığı kentlerde yatmaktaydı. Buna bağlı olarak burjuvazi de krallara destek vererek ekonomin istikrar kazanıp bunu güvenli bir şekilde gerçekleştirerek ticaretin sistemli hale getirilmesi hedeflenmiştir. Amaç malların güvenliğini sağlayıp ticaretin devamlı hale getirilebilmesi için tek bir sistem anlayışına sahip olan krallar desteklenmiş ve aristokrasinin Avrupa’nın her bölgesinde farklılık gösteren keyfi uygulamalarına da karşı çıkılmıştır. Ticarette söz sahibi olmaya başlayan genç burjuvaziye karşı başta kilise ve soylu sınıfı, yeni ortaya çıkmış olan burjuvazinin siyasal hayatta da söz sahibi olmalarının önüne geçilmesi gerektiğini savunmuş aksi halde arkası gelmeyecek olan isteklerin kendi çıkarlarıyla ters düşmesiyle kendi varlıklarını tehlikeye sokabilecek bir durum olarak değerlendirilmekteydi. Ayrıca kentlerde varlığını sürdüren bireylerin aynı amaç doğrultusunda ilerlemeleri bir dayanışma içerisinde birlik olmalarını sağlamış böylece soylu sınıfını tehdit edebilecek bir unsur olarak yansımaktaydı. Bu iki sınıfı birbirinden ayırabilecek olan önemli bir özellik ise soyluların sadece kendi dengi ile iş birliği içerisinde olup diğer feodal beyler ile mücadeleye girerken burjuvazinin, tümünün ortak bir hedef doğrultusunda gönüllü olarak iş birliği içinde olmalarından kaynaklanmaktadır. Feodalite düzeninin soydan gelerek yönetme gücüne sahip olma hakkı ile işlerken, burjuvazinin içerisinde ise böyle bir durumdan söz etmek mümkün olmayıp herkesin eşit şart ve konum içerisinde kendisini idare edebileceği bilinci oluşmuştu. Bir başka değişle burjuva sınıfı kendi ruhlarının efendileri konumuna gelmişlerdi. Luther’den etkilenerek fikirlerinin radikalleşme yollunda yeşermesi Thomas Münzer’i ondan ayıracak olan bir etkendir. Kilise’ye karşı sert tutumu neticesinde Köylü Ayaklanmalarının öncüsü konumuna gelerek özgürlükçü düşünce anlayışının temellerini atmıştır. Böylece yeni sistemin temelleri de yavaşça ortaya çıkmaya başlamıştır. Burjuvazi ile aristokrasi arasındaki mücadele ise asıl Jean Calvin tarafından atılan fikirler neticesinde Protestanlık özellikle kentlerde savunulan bir görüş haline gelmiştir. Burjuva sınıfı kendi kendini eğitmiş ve akılcı yaklaşımlar ile kilisenin tutumuna karşı bir tutum sergileyerek Protestanlık iyice bu sınıf ile vücut bulmuştur. Katolikler sahip oldukları ile yetinen gözü tok karakterli ve öbür dünyayı düşünerek bir yaşam tarzını benimserken Protestanlar ise hep dünyevi kazanımlara yönelmiş ve sahip olduğundan hep daha fazlasını isteyen bir imaj çizmişlerdir. "Kapitalist ruh" taşıyanlar bugün, kiliseye tümüyle karşı olmasalar da kayıtsızdırlar. Cennetle ilgili can sıkıcı temalar, onların neşeli kişilikleri ile uyuşmaz; din onlara, insanları bu dünyanın işlerinden uzaklaştıran bir araç olarak görünür. Onlara, bu durmak bilmeyen koşuşturmalarının anlamı; sahip olduklarıyla neden hiçbir zaman yetinmedikleri sorulduğunda, eğer cevap verebilirlerse şöyle derler: "Çocukların ve torunların geleceğini düşünüyoruz."5 Bir bakıma çalışmak onların ruhlarına işlemiş olup büyük bir mirasa konmaktan çok emek ile elde edilen para onları çalışmaya daha da teşvik etmiştir. Geleceklerini koruma altına alma düşüncesi ile sahip olduklarını yatırıma dönüştürmenin arayışı içerisinde olmuşlardır. Sermaye birikimi ise yeni yatırım alanlarına yönelmeye teşkil eder. Aksi halde zoru başarmadan elde edilen kazancın kaybedilmesi de bir o kadar kolay olacaktır. Aslında giderek zenginleşen burjuvazi gelirini yeni yatırım alanlarına aktararak tanrı huzurundaki görevini yerine getirmiş olarak kabul görür. Çünkü çalışmak insanoğlunun en temel vazifesidir. Ancak açgözlülüğe kesin olarak karşı çıkılmış, çünkü kişisel zevke lüksün sonsuz bir döngü içerisinde olacağından ve insanın bu zevklere olan doyumunun bitmeyeceği açık bir şekilde ortadadır. Eğer ki buna günümüz dünyasından örnek verirsek insanların ihtiyaçları dışında sadece kişisel zevk ve anlık haz duygusu ile gerçekleştirmiş olduğu satın alımlar gösterilebilir. Uzunca bir sürece dayanan burjuvazi ile aristokrasi mücadelesi günümüz dünyasına da şekil vermiştir. 
            İnsanlık tarihi boyunca dikkat edilmesi gereken husus, yasakların ve baskıcı bir yönetim anlayışının olduğu siyasal ortam içerisinde bu kısıtlayıcı duruma karşı bir baş kaldırı veya tepki ile karşılık verilerek içinde bulunulan şartların tersi yönündeki düşünce ve akımları tetikleyen unsurlar her zaman meydana gelmiştir. Birbirinden etkilenerek ölen ve doğan birçok devlet, siyasetçi düşünür veya düşünce akımı sonu gelmeyen bir dalgalanmanın sadece bir parçası olmayı başarabilmişlerdir.

KAYNAKÇA 

A. 

Ağaoğulları, Mehmet Ali, Sokrates’ten Jakobenlere Batı’da Siyasal Düşünceler, İstanbul, 2015 

B. 

Ağaoğulları, Mehmet Ali, Köker Levent, İmparatorluktan Tanrı Devletine Siyasal Düşünceler, Ankara, 1991 
Babür, Saffet, Çotuksöken, Betül, Ortaçağda Felsefe, İstanbul, 1993 Gül, Muammer, Ortaçağ Avrupa Tarihi, İstanbul, 2013 
Huberman, Leo, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, İstanbul, 2009 
Pirenne, Henri, Ortaçağ Avrupa’sının Ekonomik ve Sosyal Yapısı, İstanbul, 2013 
Sarıca, Murat, 100 Soruda Siyasi Düşünce Tarihi, İstanbul, 1983 
Şenel, Alaeddin, Siyasal Düşünceler Tarihi Tarih Öncesinde İlkçağda Ortaçağda ve Yeniçağda Toplum ve Siyasal Düşünüş, Ankara, 1995 
Weber, Max, Protestan Ahlakı ve Kapitalist Ruh, Ankara, 1999

Yorumlar

  1. B bölümünde büyük çoğunlukla Max Weber'den etkilenildiği kesin. Zaten Max Weber'i anlamak günümüz kapitalist toplumunu anlayabilmek adına önemli.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yorumunuz için teşekkürler. Ancak kaynakçada belirtilen tüm kaynaklardan faydalanarak bu çalışma gerçekleştirilmiştir. Max Weber'in eseri gerçekten bu makale için oldukça önemli yere sahip. Teşekkürler.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

KRUPP FİRMASI VE TÜRKİYE

COĞRAFİ KEŞİFLERİN ETKİLERİ ÜZERİNE KISA BİR ANALİZ

KÜBA BUNALIMI VE FÜZELER KRİZİ