MUTLAK MONARŞİNİN ÜÇ KURAMCISI İLE AYDINLANMA ÇAĞININ ÜÇ DÜŞÜNÜRÜNÜN MODERNLEŞME ŞARTLARI İÇERİSİNDE İRDELENMESİ
Skolastik öğretinin yerini reform ve rönesans akımları ile birlikte modern ve bilimsel
yaklaşıma bırakmasıyla birlikte bu fikirlerin Avrupa’da filizlenmesini sağlayacak olan
Machiavelli, Bodin ve Hobbes kilisenin mutlak gücüne karşın burjuva ekonomisinin de sağlam
temellere atılmasıyla birlikte mutlak monarşileri egemenliğin tek hakimi olabileceğini öne
sürerken kuvvetler ayrılığı ilkesini öne sürerek kendilerinden önceki düşünürlerden ayrı olarak
egemenlik kavramına farklı bir pencereden bakarak Aydınlanma Çağının Üç Düşünürü olan
Locke, Montesquieu ve Rousseau ise Fransız Devrimi’ni dahi etkileyecek olan fikir
akımlarının temellerini oluşturacaklar.
Mutlak Monarşi’nin Üç Kuramcısı’nın birinin İtalyan, diğerinin Fransız ve ötekisinin
ise İngiliz olmasına karşın onları ortak bir paydada birleştiren en önemli unsur olarak kendi
ülkelerinin iç çatışmalardan dolayı bir bütün halinde hareket edememeleri ve bundan dolayı da
yine kendi devletlerinin kurtuluşuna çözüm arayışı ile birlikte siyasal düşünceler tarihini de
derinden etkileyecek olan fikir akımlarına öncülük etmiş olmalarıdır. Bunun için milli devlet
anlayışını öne sürüp hayata geçirilebilmesi için de mutlak monarşinin hakimiyeti altında bir
devlet yönetimine ihtiyaç duyulduğunu savunulmaktadır. Öte yandan Aydınlanma Çağının Üç
Düşünürü ise daha önce dar bir pencereden bakılarak yorum getirilen egemenlik kavramını
özgürlükçü ve eşitlikçi bir düşünce yapısıyla harmanlayarak günümüz modern toplumlarını
dahi şekillendirecek bir hareket başlatmış olacaklar.
İtalyan Birliği’nin kurulması için derebeyleri ve kilisenin boyunduruğu altından
kurtulması gerektiğini öne süren Machiavelli bunun ancak meşrutiyeti sorgulanamayan mutlak
bir yönetim ile başa çıkılabileceğini savunmaktadır. "İkna yoluyla hiçbir zaman baskı
sağlanamaz. Kimseye bağlı bulunmayanlar, zorlama gücüne sahip olanlar, hemen her zaman
muvaffak olurlar. Silahlı peygamberlerin zaferlere ulaşmış, silahsızların yenilmiş olmaları
bundandır." (Machiavelli, 2012, s. 66). Devletin çıkarları ile örtüşen ancak halkın bir bölümünü
olumsuz yönde etkileyen uygulamaların göz ardı edilmesini gerektiğini savunur. Başka bir
şekilde ifade etmek gerekirse hükümdarın amacına ulaşabilmesi için her yol mubahtır. Ancak
Locke ise devlet çıkarlarını öne sürerek keyfi uygulamalarda bulunan devlet adamının
meşruluğunun sorgulanması gerektiğini savunup devrim hakkı kuramı ile destekleyecektir.
"Bir prensin buyruklarına karşı konabilir mi? Kendisine haksızlık edildiğini sanan herkes
prense karşı koyabilir mi?" (Locke, 2012, s. 133) sorusunu yönelterek her haksızlığa uğrayanın
isyan etmesini mantıklı karşılamamak ile birlikte tiranlaşmış bir yönetime karşı halkın bir
bütün olarak karşı koyması kaçınılamaz bir durumdur.
Egemenliği kavramlaştıran Bodin ise hakimiyetin mutlak bir krallık altında
toplanmadığı sürece devamlılığın sağlanamayacağını şu sözler ile dile getirmektedir.
(Ağaoğulları, 2015, s. 407).
Nasıl ki kenarları, pruvayı, pupayı, güverteyi bir arada tutan omurgaya sahip olamamış bir gemi biçimsiz
bir tahta yığınından başka bir şey değilse; bütün üyeleri ve bunların parçalarını, bütün aileleri ve
dernekleri tek bir beden şeklinde birleştiren egemen erki olmayan bir devlet de devlet değildir.
Böylece kral ile halk arasında kalan aristokrat sınıfı ve kilisenin etkisi kırılarak
yöneticinin mutlak iradesi etkileyebilecek olan unsurların önüne geçilerek istikrarlı bir yönetim
anlayışının uygulanması gerektiğini savunmaktadır. Aydınlanmacı bir diğer düşünür
Montesquieu ise aksine “...Fransa'da mutlak monarşinin, kralla halk arasındaki feodal
beylikleri, kent ve kasaba yerel yönetimleri olan komünleri kaldırarak, geleneksel Fransız
anayasasını bozmasında buldu. Kısaca, Fransa’da mutlak monarşinin, kralla halk arasındaki
ara yönetici kurumlan, aristokratik kurumları zayıflatması ya da kaldırması, geleneksel
özgürlükleri yok etmişti.” (Şenel, 1995, s. 354). Bodin devlet yönetiminin
sistematikleştirilmesi adına tüm yetkinin monarkın etrafında toplanıp ara kurumları devre dışı
bırakılması gerektiğini savunurken Montesquieu ise yöneticinin keyfi uygulamalarına karşın
onu denetleyebilecek veya yetkilerini kısıtlayabilecek kurumların varlığı devletin varlığını bir
üst seviyeye çıkarabilecek olan unsur olarak değerlendirmektedir. Bu iki farklı düşünürün zıt
kutuplu fikirleri kendi dönemlerinde cereyan eden siyasal olaylara çözüm arayışı içerisinde
iken ürettikleri yaklaşımlar bir sonraki dönemlere yol gösteren birer örnek olarak karşımıza
çıkmaktadır.
“İnsan insanın kurdudur.” anlayışı ile Hobbes, doğa durumunda bulunan bireyin sürekli
olarak diğer insanlar ile bir mücadele içerisinde olduğunu ve bu sebepten kendi güvenliğini
sağlamak adına da sözleşme ile can güvenliği koruma altına almıştır. Doğada bulunan insanlar
birbirleriyle hemen hemen eşittirler ancak birleşerek eşitsizliğin bozulmasıyla birlikte
güvensizlik ortamı meydana gelir. "Çünkü beden gücü söz konusu oldukça, en zayıf olan ya
gizli bir düzenle, ya da kendisi gibi aynı tehlike altında olan başkaları ile birleşerek- en güçlüyü
öldürmeye yetecek kadar güçlüdür." (Hobbes, 2008, s. 92). Hobbes’un doğa durumunda bir
insanın diğerleri üzerinde sürekli olarak üstün gelme çabası içerisinde olduğuna dikkat
çekiliyor. Bu sebeple belli bir kural ve düzen içerisinde sistemde kendine yer edinebilmek
adına sözleşme ile varlığını koruma altına almış oluyor. Ancak buna karşın Rousseau ise doğa
durumunda başıboş şekilde hayatını sürdüren insanın diğerleri ile pek etkileşim kurmamasına
karşın her bir bireyin eşit olduğunu ve eşitsizliğin sözleşme ile mülkiyet kavramının ortaya
çıkıp doğa durumunun bozulmasıyla meydana geldiğini öne sürmektedir. Bir toprak parçasının
etrafını çitle çevirip bu bana aittir diyebilen, buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk
insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. (Rousseau, 1990, s. 135). Aynı zamanda bu
kimse, Rousseau'ya göre, mülkiyet kurumunu yaratarak, insanlık tarihini kana bulayan,
hırsızlıklara, cinayetlere, savaşlara yol açan gelişmelerin de başlatıcısı olmuştur. (Şenel, 1995,
s. 360). Hobbes’un doğa durumundaki insanın birbiriyle mücadelesinin sona erdirilmesi adına
sözleşme ile sona erdirilmesine karşın Rousseau ise sözleşme ile doğa durumunun ortadan
kaldırılmasıyla asıl vahşi mücadelenin başladığını ortaya sürmektedir. Bu durumu ise şu
şekilde ifade etmektedir; “İnsan özgür doğar, ama her yerde zincire vurulmuştur.” (Rousseau,
2014, s. 30). Bir başka deyiş ile ifade etmek gerekirse Rousseau’ya göre doğa durumundaki
insan kendi iradesiyle anlaşma yaparak başkalarının boyundurukları altında yaşamayı tercih
etmişlerdir.
Hobbes, mutlak monarşi düzeni ile birlikte başta toplum içinde meydana gelen
çalkantılara bir son vermek adına yasama, yürütme ve yargı unsurunun tek bir çatı altında
toplanarak çok sesliliği ortadan kaldırıp karar alma ve uygulamadaki süreci hızlandırarak kaos
ortamının önü geçilmesi gerektiğini düşünmüştür. "Hangi görüş ve düşüncelerin barışa aykırı
ve hangilerinin uygun olduğuna; dolayısıyla, kimlerin halk toplulukları karşısında, hangi
durumlarda ve ne dereceye kadar konuşmalarına izin verilebileceğine ve bütün kitaplardaki
düşünceleri yayımlanmalarından önce kimin inceleyeceğine karar vermek de egemenin
görevleri arasındadır.” (Hobbes, 2007, s. 134). Açık bir şekilde karar almada, alınan kararın
uygulamaya koyulması ve karara karşı uygulanan eylemlerin yargılanması tek bir egemenin
yani kralın asli görevi olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak Locke ise sözleşme ile toplumun birer
parçası olan bireylerin yöneticiye devrettiği yargılama veya yönetme hakkı mutlak ya da
sınırsız değildir. Ayrıca bu unsurları denetleyecek bir düzen biçimi de mevcuttur. Locke’un
kuvvetler ayrılığı ilkesinin çarklarının işleyebilmesini önleyebilecek üç unsur mevcuttur.
Bunlardan ilki, yasa yapanın yürütmeyi de ele geçirme çabası, ikinci olarak yasayı yapan ve
uygulamaya koyanların kendilerini bu yasalara uymakla yükümlü hissetmemeleri, üçüncüsü
ise yasaların özel amaçlar doğrultusunda çıkartılıp uygulamaya geçirilmesi. (Şenel, 1995, s.
344). Böylece yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirinden bağımsız şekilde hareket etmesi
halinde Hobbes’un aksine iç çatışmaların yaşanmayacağı bir yönetimin hakim olacağı
kanaatindedir. Aksi takdir ise toplumun tümüne yayılabilecek bir anarşi ortamının oluşması
kaçınılmaz olacaktır. Locke bu durumu şu şekilde dile getirmiştir; "Eğer böyle olursa halk
yasaya aykırı güce karşı direnmekten nasıl alıkonur, orasını bilemiyorum.’’ (Locke, 2012, s.
137).
Bodin ise egemenlik kavramı üzerinden kuvvetler birliği ilkesini açık bir şekilde
savunarak egemenliğin tamamen yöneticide olması gerektiğini savunmaktadır. "Egemenlik
mutlaktır", onu sınırlayan hiçbir güç yoktur. Ne uyruklar, ne sınıflar ne kurumlar, hatta ne
vasalar onu sınırlayabilir. Çünkü yasaları koyan da egemen olduğuna göre, ondan yasaya
uyması istenemez. Bugün koyduğu bir yasayı, yarın bir başka yasa ile değiştirebilir.” (Şenel,
1995, s. 314). Bodin’in aksine Rousseau ise kendi çağının da ilerisinde bir bakış açısıyla bu
sözleri dile getirmiştir. (Rousseau, 2012, s. 131)
Sorun, tüm olarak ortak güçle kişiyi ve her bir üyenin çıkarlarını koruyacak ve savunacak bir birlik şekli
bulmaktır, ki bu birlikte her bir üye, bir yandan kendini diğerlerine bağlarken, diğer yandan yalnız
kendine itaat edebilsin ve önceleri olduğu kadar özgür kalabilsin, işte toplum sözleşmesinin çözüm
yolunu bulduğu ana sorun budur.
Böylece egemenliği halkın kendi kendilerine devretmeleriyle birlikte bir üst iradeye
biat edilmenin önüne geçilmesi amaç edinilmiş olunuyor. Bu durumda halkın genel iradesi
devreye girerek kendi denetimlerini de yine kendileri gerçekleştirmiş oluyorlar.
Siyasal düşünceler tarihine damgasını vuran bu altı farklı düşünür özellikle karanlık çağ
sonrası Avrupa siyasal yapısını derinden etkilemiştir. Mutlak monarşi savunucusu olarak
adlandırdığım düşünürler aydınlanma çağı düşünürlerini bir bakıma daha faydalı bir sistem
oluşturmalarını tetikleyen unsur olmayı başarabilmişlerdir. Böylece egemenlik ve kuvvetler
birliği kavramına modern bir perspektiften bakarak günümüz siyasal sistemlerinin yapı
taşlarını oluşturmak adına üzerlerine düşen görevi yerine getirmiş oldular.
KAYNAKÇA
Ağaoğulları, Mehmet Ali, Sokrates’ten Jakobenlere Batı’da Siyasal Düşünceler, İstanbul, 2015
Hobbes, Thomas, Leviathan, (çev: Semih Lim), 2007, İstanbul
Locke, John, Yönetim Üzerine İkinci İnceleme, (çev: Fahri Bakırcı) 2012, Ankara
Machiavelli, Niccolo, Prens, (çev: Kemal Atakay) 2012, İstanbul
Rousseau, Jean Jack, Toplum Sözleşmesi, (çev: Vedat Günyol) İstanbul, 2012
Rousseau, Jean Jack, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı (çev: Rasih Nuri İleri) İstanbul,
1990
Şenel, Aleaddin, Siyasal Düşünceler Tarihi, Ankara, 1995
Yorumlar
Yorum Gönder