İNSANLAR ARASINDAKİ EŞİTSİZLİĞİN KAYNAĞI

 

PDF

            İnsanlar arasında meydana gelen ve artık önü alınamayan eşitsizliği kaynağını kronolojik bir sıraya göre işleyerek doğa durumunu çağdaşı olduğu Lock ve Hobbes’dan aksine farklı bir yorum getirmiştir. Doğa durumundaki “vahşi” olarak nitelendirilen insanın aslında modern toplumdaki insandan daha uygar olduğunu ileri sürmüştür. Doğal afetler ile yer kürede meydana gelen hareketlilik doğada başıboş olarak var olan insanları mecburen bir araya getirerek birlikte yaşamalarına sebebiyet vermiş. Böylece birbirine alışmaya başlayan insan iletişim kurmak adına dili oluşturmaya başlamışlardır. Daha sonra ise mülkiyet kavramının ortaya çıkmasıyla birlikte eşitsizlik kavramı şekillenmiş oldu. Ardından insanoğlunun doğa durumunda iken sahip olmadığı özellikleri elde etmeye başlamasıyla birlikte eşitsizlik toplumda sınıfları meydana getirerek artık geri dönüşü olmayan bir yola sürüklemiş oldu. 

            Toplumu oluşturan bireyler arasında her geçen gün giderek artan ayrımın en büyük sebebi olarak insanın toplum içinde sahip olduğu gücün boyutu ve niteliğine göre haklılığının da aynı orantıda artması ve buna bağlı olarak da bu durumun toplumun tümüne empoze edilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte belli bir insan grubunun sahip olduğu zenginliklerin diğerlerinin yoksulluklarından kaynaklanmaktaydı. Dolayısıyla yıllar boyunca süregelen bu durumu tam manada anlayabilmek için bu eşitsizlik koşullarının nasıl meydana geldiğini çözümlemek adına toplumu oluşturan unsurları irdelemek gerekmektedir. 

            Eşitsizliğin kaynağına inebilmek adına doğada varlığını sadece karnını doyurabilmek, uykusu geldiğinde bir gölge bulmak ve eğer karşılaşırsa karşı cins ile birliktelik yaşayarak hayatını sürdürüp başka bir uğraş veya amaç duygusu gütmeden ‘vahşi’ olarak tanımlanan insanoğlu varlıklarını devam ettirmişlerdir. İnsanın başka bir gaye içerisinde olmamasının sebebi ise ...düşünme halinin doğaya aykırı olduğuna ve düşünen insanın yozlaşmış bir hayvan olduğuna hemen hemen inanca vermeye cüret ederim. Böylece doğa durumundaki insanın aklını kurcalayan soruların var olmamasından dolayı onu mutsuzluğa iten herhangi bir sebep de ortaya çıkmaz. Rousseau bir bakıma örnek aldığı Aristotales ile bu noktada ise açıkça fikir ayrılığı yaşamaktadır. “Eğer insanın aklı ve düşünme yetisi onun biricik özelliği ise, düşünme etkinliği onu en büyük iyiye, yani mutluluğa götürecek olan etkinliktir.” (Ağaoğulları, 2015, s.138). Ancak aklın kullanılması yerine özgür iradesi eşliğinde insanın arzularını yerine getirmesi ise doğa durumunda onu hayvandan ayıran en önemli özelliktir. Çünkü sorgulayıp aklın kullanılması onu erdemden dolayısıyla da mutluluktan uzaklaştırır. Bir başka deyiş ile bilmemek insanın mutlu olması önündeki perdeyi ortadan kaldırır. Ütopyacı düşünür Thomas More ise akıl ile insani dürtüleri birbiriyle bağdaştırarak bu durumu şöyle ifade etmiştir: “Öncelikle insanlar bilmelidirler ki "bütün erdemlerimizin amacı keyiftir." Keyif ise, insanın doğal olarak tat aldığı ruh ve beden halidir. Bu bakımdan "duyularımız ve aklımız bizi doğal zevklere doğru çeker." (Ağaoğulları, 2015, s. 373). Yani akıl ile merhametin birleşimiyle mutluluğa erişilebileceğini savunmaktadır. Rousseau doğa durumunda iyi ve kötü kavramı ayırt edilemeyeceğini çünkü onu oluşturacak olan farklılıklar vahşinin yaşamında yer alamayacağını savunur. Rousseau’nun uygar toplumunda insanları birbirinden ayrıştıracak özellikler mevcut değildir. Çünkü yaşam şekli oldukça basit ve birbirlerinden ayrı bir hayat sürseler de benzer bir yaşam tarzı sürdürürler. 

            Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip bu bana aittir diyebilen, buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. Bu şekilde eşitsizliğin ilk unsuru olan mülkiyet kavramı ortaya çıkmış oldu. Artık avare bir şekilde doğada gezinen insan belli bir alanda yaşam kurmaya ve o alanda hakimiyet elde etme mücadelesi içerisine girmiş oldu. Mülkiyet kavramı ile birlikte aile unsuru da doğal olarak kendiliğinden oluşmaya başladı ve böylece insanlarda anne-baba ve karı-koca gibi yeni duyguların filizleri yeşermeye başladı. Bir bütün olarak toplumu meydana getiren unsur ise yerkürede meydana gelen hareketlenmeler sonucu oluşan yeni kıta şekilleri ile birlikte dağınık bir görüntü veren insanların mecburi olarak daha elverişli bölgelere doğru hareketliliğin önü açılmış oldu. Rousseau insanların bir araya gelmesini doğal zorunluluklara atfederek bir bakıma Aquinumlu Thomas’ın fikirleriyle bağdaşmaktadır. “İnsanların bir arada yaşayabilmesi için yol gösterici bir yöneticiye ihtiyacı vardır. Eğer insanlar tek başlarına yaşamaya muktedir varlıklar olsaydı, her birinin kralı olan Tanrı onlara yetecekti.” (Ağaoğulları, 2015, s. 258). Bu noktada Rousseau doğal olaylarını ele alırken aslında Thomas’ın tanrısal dokunuşunu dile getirmektedir. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse toplum tanrının planın bir parçasıdır. Artık yerleşik hayata geçiş ile birlikte düzenli olarak insanlar belli simalar ile vakit geçirmeye başlamış ve birbirlerine alışmaya başlamış oldular. Böylece ortaklaşa avlanmak ve toplayıcılık yapabilmek için birbirleriyle iletişim kurmak zorunda kalmış oldular ve bu durum dil unsurunun doğmasına ön ayak oldu. 

            Ortak bir alanda yaşamlarını sürdürmeye başlayan insanlar birbirleriyle paylaşımda bulunmaya başladılar. Daha önce sahip olmadıkları duyguların tadını alan insan artık kendisine bakılmasını, toplulukta saygı görmeyi ve diğerlerinden üstün olma isteğiyle varlıklarını kabul ettirme mücadelesi içerisinde olmuşlardır. Oysa düşünen bir hayvan olmaya başlamasıyla birlikte insan mutluluğu arkasında bırakıp bencilliğin artmasıyla birlikte merhamet duygusunda azalış nüksetmiştir. Bencilliği doğuran unsur ise akıldır. Böylece eşitsizlik ortamının giderek toplumun tümüne yayılması hız kazanmış oldu. Doğa durumunda insan sadece kendini düşünürken toplumda insan başkalarını da düşünmek zorunda bırakıldı. Fakat insan hesapçı olarak başkalarını kendisi için çıkar unsuru olarak düşündü. Yani kendi çıkar ve amaçları doğrultusunda daha iyi avlanan, daha güzel şarkı söyleyen diğerlerini bir araç olarak kullanılmaya başlandı. Çünkü çalışan, güçlü veya yetenekli olan insan kendisini diğerlerine göre üstün bir kişilik olarak gördü. Rönesans dönemi Avrupa toplumu üzerinden Jean Calvin’in savunduğu görüşler bu durumu daha iyi anlamamıza olanak sağlayabilir. “Giderek zenginleşen burjuvazi gelirini yeni yatırım alanlarına aktararak Tanrı huzurundaki görevini yerine getirmiş oldu.” (Ağaoğulları, 2015, s. 312). Güce hükmeden kişi zenginliği de elinde tutan insan her geçen gün daha fazlasını elde etmenin peşine düşmüş oldu. Böylece insanlar arasındaki farklar belirginleşmeye dolayısıyla da eşitsizlik dengesinin artmasına sebebiyet verildi. Asıl amaç ise elde ettiklerinden her fırsatta daha fazlasını arzulayarak diğerlerine karşı bir üstünlük mücadelesi vermelerinden kaynaklanmaktadır. Çünkü insan hırsının sınırları artık yoktur bu yüzden hep sahip olamadıklarına ulaşma isteğiyle yaşamlarını sürdürmeye başlamışlardır. Machiavelli de aynı düşünceleri paylaşmaktadır. “İnsanoğlu, her zaman ve her yerde elde etme tutkusuyla davranmıştır ve davranmaktadır. "İnsan hırsının bir sınırının olmamasından" dolayı da, bireysel arzular ile çıkarlar sürekli olarak çatışır.” (Ağaoğulları, 2015, s. 327). 

            Toplum içindeki farklılaşmanın belirginleşmeye başlamasıyla birlikte güçlü olanlar diğerleri üzerinde söz haklarının doğduğu kanısıyla onları kendi güvenceleri altına alarak diğer tehdit unsurlarına karşı yekpare şekilde bir bütün olarak hareket etmeleri gerektiğini öne sürerek kendi konumlarını meşrulaştırırlar. Yavaşça yöneten ve yönetilen sınıfların temelleri atılmaya başlanmıştı. Böylece devleti oluşturan krallık, aristokrasi veya demokrasi meydana getirilerek yönetim şekli belirlenmiş oluyordu. Eşitsizliğin, bu çeşitli devrimler boyunca ilerleyişini izlersek kanunun ve mülkiyet hakkının kurulmasının, bunun ilk aşaması olduğunu, yüksek görev ve makamlarının kurulmasının ikinci aşama; üçüncü ve en son aşamanın da meşru ve kanunlara uygun erkin keyfi erk haline gelmesi olduğunu görürüz. Öyle ki zenginin ve fakirin durumu birinci dönem tarafından, güçlü ve zayıfın durumu ikinci dönem tarafından, efendi ile kölenin durumu ise üçüncü dönem tarafından yasal ve haklı kılınmıştır. Toplumun ortaya çıkması artık bir bakıma eşitsizliğin meşrulaştırıp artık bütün olarak kemikleşmesini sağlamıştır. Böylece eşitsizlik siyasal bir unsur olmuştur. Bu durumu Montesquieu destekler nitelikte ifade etmiştir. “İnsanların belli yasalarla oluşturulmuş bir yönetim biçimine itaat etmeleri ve ona destek vermeleri, ancak yönetimin yasalarıyla uyuşan bir başat tutku ile hareket etmelerine bağlıdır.” (Ağaoğulları, 2015, s. 547). Yönetici ile yönetilen arasında bir bütünlüğün sağlanmasıyla her iki farklı unsurun birbirini tamamlayıcı özelliğe sahip olduğunu vurgulanmaktadır.

            İnsan aklı yerine merhameti ön plana çıkararak doğa durumunda onu yönlendiren ve problemlerden uzak tutarak günlük yaşamını sürdüren vahşinin asıl uygar insan olduğunu savunulmaktadır. İyi ve kötü ayrımını yapmak için akla değil insan vicdanına ihtiyaç olduğunu savunulur. Birbirinden ayrı yaşamlar süren insanlar doğal olarak özgür olmasını ve bir başkasının boyunduruğu altında yaşamasının önüne geçilmesini sağlamış oldu. Ayrıca özgür iradesi ile kendi seçimini yapması onu hayvanlardan ayıran unsur olarak dikkat edilmesi gereken bir husustur. Eşitsizlik ise doğa olaylarıyla birlikte belirli bölgelerde nüfus artışına ve buna bağlı olarak da mülkiyetin ortaya çıkmasıyla şekillenmeye başlamış oldu. Yerleşik hayata geçiş ile birlikte topraktan elde edilen besin ürünleri onları başka yerlere göç etmesini engellemiş oldu. Ardından iş bölümü ve insan gücünün öneminin ortaya çıkmasıyla birlikte güçlü-güçsüz veya üreten-tüketen gibi sınıf ayrımları meydana geldi. Eşitsizlik zengin ve fakir ayrımının ortaya çıkmasıyla insanlar arasında doğan farkların elle tutulur bir şekilde dışa vurulmasını buna bağlı olarak da aç gözlülük, bencillik veya gurur gibi duyguların meydana gelmesini sağlamış oldu. Bu noktadan sonra ise zengin-fakir ayrımının toplum içinde kabul görmesiyle birlikte bu durumu meşrulaştırmak adına yasa ve kanunlar ile otoritesi sorgulanamaz bir hal almış oldu. Böylece doğada başıboş avare bir hayat süren vahşi, kendisinin sahip olduğu veya sahip olamadığı özelliklerden dolayı karşılıklı olarak vardıkları anlaşmalar sonucunda modern devlet yapısının temellerini atmış oldu.


KAYNAKÇA 

Ağaoğulları, Mehmet Ali, Sokrates’ten Jakobenlere Batı’da Siyasal Düşünceler, İstanbul, 2015

Rousseau, Jean Jacques, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine Konuşma, İstanbul, 1990

Sarıca, Murat, 100 Soruda Siyasi Düşünce Tarihi, İstanbul, 1983

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KRUPP FİRMASI VE TÜRKİYE

COĞRAFİ KEŞİFLERİN ETKİLERİ ÜZERİNE KISA BİR ANALİZ

KÜBA BUNALIMI VE FÜZELER KRİZİ