TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİNDE TRUMAN DOKTRİNİ VE MARSHALL PLANI
Türkiye-ABD ilişkilerinde kilometre taşı oluşturan ve uzun yıllar boyunca ilişkilerin
niteliğini şekillendiren bu iki önemli unsur her ne kadar günümüzde eleştirilere maruz
bırakılmakla birlikte haklılık payı göz ardı edilemeyecek kadar büyük ölçüdedir. Ancak
bununla birlikte dönemin getirdiği siyasal ve ekonomik şartlar Türk siyasetçilerini girdabın
içine sürüklemiştir. Verdiği zararın yıllar geçtikçe ortaya çıkması ise dönemin siyasilerinin
düştüğü gafleti niteleyecek türdendir.
Postadam Konferans’ından isteğini elde edemeyen SSCB, boğazlar üzerindeki
talepleri ilişkilerde gerilimi arttırmış daha sonrasında ise Kars ve Ardahan’ın istenmesiyle
birlikte kamuoyunda büyük rahatsızlığa sebebiyet vermiştir. Dolayısıyla SSCB’nin bu tutumu
bir tehdit olarak algılanmış ve bu durum Türkiye’yi bir başka büyük güç olan ABD’nin
yanında yer almasına sebebiyet vermiştir. Bununla birlikte dönemin ABD dışişleri bakanı
yardımcısı Dean Acheson’ın yaptığı konuşmada açık bir şekilde iki kutuplu sistemin
temelleri atılmış ve bu sisteme ABD’nin yanında yer alarak Türkiye de dahil olmuştur:
“Dünyada yalnız iki büyük devlet kalmıştır... Birleşik Devletler ve Sovyetler Birliği.
Biz antik zamanlardan beri görülmemiş bir durumla karşı karşıyayız. Roma ve Kanaca’dan
beri dünya üzerinde böyle bir güç kutuplaşması görülmemiştir... Birleşik Devletler için
Sovyet saldırganlığı veya komünist baskısı ile tehdit edilen ülkeleri kuvvetlendirmek yolunda
atılacak adımlar... Birleşik Devletler’in güvenliğini sağlayacaktır. Bu da özgürlüğün
kendisinin savunulması demektir.
Özellikle Türkiye’nin çok partili hayata geçiş süreciyle birlikte özgür düşünce
sisteminin daha da yaygınlaşmaya başladığı görülmektedir. Buna karşı kamuoyunda ‘kızıl
tehlike’ olarak adlandırılan SSCB karşıtlığı daha ağır basmakta ve böylece kamuoyunda
ABD’ye karşı ılımlı bir tutum sergilenmekteydi. Bu durum Truman Doktrinini ile yapılan
yardımların ABD’nin denetimiyle gerçekleşmesine önayak sağlamıştır. Askeri ve ekonomik
boyutlu yapılan bu yardımlar olası bir Sovyet tehdidine göre şekillenmekteydi. Dolayısıyla
asıl amaç Türkiye’nin ekonomik kalkınmasından çok bölgedeki siyasi boşluğu tamamlamak
amacıyla gerçekleştirilmekteydi. Bununla birlikte Türkiye’nin ABD’ye olan bağlılığını
arttırarak ileride doğacak olası anlaşmazlıklarda bu durumu bir koz olarak kullanmak
ABD’nin elini güçlendirmekteydi. Eğer ki bu durumu günümüz ile karşılaştıracak olursak
Türkiye’nin Rusya’ya olan doğalgaz bağımlılığı olarak gösterilebilir. Her iki durumda da
amaç ilişkileri geleceğe yönelik olarak şekillendirmek ve elde edilen avantajı zamana yayarak
kullanmaktır. Dönemin Türk kamuoyuna bakıldığında o zamanın şartları neticesinde Truman
Doktrini ile yapılan ekonomik yardımlar en iyi çıkış kapısı olarak gösterilmektedir. Böylece
başta belirtildiği üzere ekonomik anlamda büyük sıkıntılar yaşayan bir Türkiye’nin günümüz
şartlarınca eleştirilmesi kanaatimce pek haklı bulunmamaktadır. Gelişen bu süreçle birlikte
SSCB tehdidine karşılık Amerikan ideolojisi empoze edilerek Türk halkının günlük yaşamına
bu durum normalleştirildi. Böylece kendi kültüründen yavaşça uzaklaşan halk bu durumu bir
ayrıcalık olarak tanımladı. Truman Doktrini her ne kadar ekonomik boyutlu bir yardım olsa
da özellikle Türkiye açısından bakıldığında sosyolojik anlamda etki alanı çok büyüktür.
Gerçekleştirilen yardım her ne kadar ekonomik kalkınmayı amaç edinse de uzun
vadede ise ABD’ye olan getirisi çok daha büyüktür. Özellikle bu yardımların ABD denetimi
ile birlikte uygulamaya geçirilmesi buna karşılık olarak da yapılan yardımın hangi alanda ve
ne boyutta kullanılabileceğinin belirlenmesinde yine ABD tarafından karar verilmesi böylece Türkiye’nin bu konuda karar verici bir mekanizmaya sahip olmasına fırsat verilmemesi
geleceğe yönelik bir yatırım olduğunun açık bir göstergesidir.
Sovyet tehdidinin Avrupa’da daha da yayıldığını ileri süren ABD bu durumun önüne
geçebilmenin yolunun Avrupa’yı ekonomik açıdan kalkındırmak gerektiği böylece siyasal
anlamda bu olası tehlikeye karşı gelinebileceğini savunmuştur. Bu anlamda Truman Doktrini
ile başlanan hatta günümüz Avrupa’sına şekil verecek adımlardan biri olan Marshall Planı
devreye sokulmuştur. Asıl gerekçe ise ABD’nin çıkarlarıyla uyuşmaktadır. Buradaki amaç
Avrupa’da süregelecek olan bir ekonomik buhranın ilerleyen süreç içerisinde ABD’ye olan
ekonomik yıkımı daha büyük olacağı öngörüsünde bulunmalarından kaynaklanmaktadır. Bu
durumda Avrupa’ya gerçekleştirilecek olan yardım ile birlikte nitekim ABD adına ileriye
dönük olarak kazançlı çıkacak olan devlet yine kendileri olacaktı.
Buna karşılık olarak Türkiye’nin 2. Dünya Savaş’ının içerisinde yer almamasından
dolayı bu yardımlardan mahrum bırakılmıştı. Truman Doktrini ile birlikte ekonomik anlamda
kazanımlar elde eden Türkiye bir bakıma bir diğer yardıma daha muhtaç bırakılmıştır. ABD,
Plan içine alınabilmesi için Türkiye’nin kalkınma planında, Marshall Planının ruhuna uygun
bazı değişikler yapmasını istiyordu. Verilecek yardım tarımsal üretimi arttırılması, tarım
aletlerinin modernizasyonu ve ulusal ulaşım sisteminin yenilenmesi için kullanılmalıydı.
Kalkınma planının bu şekilde yenilenmesiyle Türkiye, Avrupa’nın Yeniden İmar programına
katılan diğer ülkeler için bir gıda ve hammadde deposu haline gelebilecekti. Sanayi alanında
ise özellikle ABD savunması için büyük önem taşıyan kromun çıkarılmasına büyük önem
verilmeliydi. Türkiye bu istekleri yerine getireceğini bildirdi. ABD böylece Türkiye’nin
Marshall Planından yaralanabileceğini kabul etti.2 Her ne kadar ekonomik anlamda geri
kalmış bir yapıya sahip olunsa da Türkiye sahip olduğu potansiyeli kullanmak ve bunun için
kendi çabalarıyla gelişim kaydetmek yerine özellikle de kamuoyunda yer etmiş olan SSCB
karşıtlığı ve buna karşılık olarak günlük hayatı da etkisi altına alan ABD taraftarlığı dönemin
hükümetince de hoş karşılanmış böylece pastadaki paydan faydalanabilmek adına hatta sahip
olunan imkanlardan imtiyazlar verilerek elde edilen ekonomik yardım almayı başarmışlardır.
Türkiye’nin bu hazıra konma politikasıyla birlikte dönemin hükümeti büyük bir desteği de
arkasına almayı başarabilmiştir. Hatta DP’nin on yıllık iktidarı ele alındığında ilk beş yıllık
dönemde özellikle tarım alanında büyük bir kalkınmanın gerçekleştiği görülmektedir. Ancak
buna karşın arkasında bıraktığı yıkım ise daha büyük olmuştur. Dolayısıyla buradan yola
çıkarak şu çıkarımda bulunabiliriz ‘eğer ki sahip olunan konuma başkalarının emekleriyle
geldiysek yine o konumdan başkalarının emeğiyle yoksun bırakılabiliriz.’ İleriye yönelik
olarak stratejik adımlar atmak yerine sadece kendi iktidarını daha güçlü konuma getirecek
uygulamalarda bulunmak aslında bir bakıma yönetilen toplumun yarı yolda terk edilmesi
olarak betimlenebilir. Sığ bir görüşün yoğun olduğu bir ortamda gerçekçi bir bakış açısı
yakalamak her ne kadar zor olsa da aslında beklenen fark yaratabilecek adımların öncüsü
olabilmektir. Buna karşın ABD diplomasisinin Türkiye üzerinde uygulamaya koyduğu siyasi
atılımlar ustaca çizilmiş olup ilerleyen dönemlerde de meyvesini toplayabilmeyi
başarmışlardır. Bu nokta da ise Joseph Nye’ın yumuşak güç olarak adlandırdığı ‘’Eğer
istediğim şeyi istemeni sağlayabilirsem, o zaman yapmak istediğim şeyi yapman için seni
zorlamama gerek yoktur.’’ görüşü ise tipik bir Amerikan diplomasisinin açık bir örneği
olarak nitelendirilebilir.
Türkiye kısa vadede Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesince ekonomik
boyutlu kazanımlar elde etmeyi başarabilmiştir. İki kutuplu sistem gereğince de üzerine düşen görevi üstlenerek olası Sovyet tehdidine karşı bir tutum sergileyerek stratejik açıdan
öneme sahip olan bölgenin varlığı ABD desteğince koruma altına alınabilmiştir. Fakat planlı
bir ekonomik düzen oluşturmanın gerekliliklerini yerine getirmeyerek bu dönem sonrası
gelişecek olan sorunların temeli oluşturulmuştur. Türkiye her ne kadar İkinci Dünya
Savaşı’na katılmasa da ekonomik anlamda ABD’ye bel bağlaması gelişimin önündeki en
büyük engel olmuştur. “Siyasi, askeri zaferler ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, ekonomik
zaferlerle taçlandırılmazlarsa meydana gelen zaferler devamlı olamaz, az zamanda söner.”
Mustafa Kemal Atatürk
Resmen ABD’ye bağımlı bir devlet olmuşuz. Keşke bu noktaya gelmeseydi bu ülke
YanıtlaSilÇok yoruma açık bir mesele. Ancak benim fikrim de bu yönde.
Sil