DOĞU AKDENİZ SORUNU VE TÜRKİYE AB İLİŞKİLERİ
21. yüzyılın çok yönlü olarak jeopolitik açıdan doğrudan ve dolaylı olarak birçok
devletin dış politikasını etkisi altına alan ve gelecek yıllar boyunca da bu ülkelerin karşılıklı
ilişkilerini şekillendirecek olan Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon kaynakları özellikle şu anki
durum göze alındığında hak talebinde bulunan devletlerin sergiledikleri tutumda bir
değişikliğe gidilmesi beklenilmemekte. Buna karşın siyasi iradelerden herhangi birinin geri
adım atmaması diğer kuşkuyla karşılanmaktadır. İsrail, Suriye, Mısır ve ABD’ye nazaran
Türkiye ve Yunanistan arasında gerçekleştirilen diyaloglar bugünün Doğu Akdeniz’inin
kaderini tayin edecektir. Ancak Yunanistan’ın ortaya atmış olduğu argümanlar ve buna karşı
Türkiye’nin gerçekleştirdiği misillemeler daha uzun yıllar bu iki devletin ortak bir paydada
buluşamayacağını gözler önüne sermektedir.
Doğu Akdeniz bölgesi son dönemde enerji çalışmalarının yoğunlaşmasıyla giderek
artan bir öneme kavuşmuştur. 2008 yılında kayda değer miktarda petrol ve doğalgaz yatakları
bulunan bölge, enerji transferinde önemli bir kavşak olmanın yanı sıra enerji merkezi olarak
da etkisini arttırmaktadır. Bölgede var olan geniş enerji yataklarının ekonomik-politik etkisi
sadece Akdeniz ile sınırlı kalmayıp aynı zamanda Ortadoğu coğrafyasının politik ve
ekonomik dinamiklerini de etkiyecek potansiyele sahiptir.1 Tarih boyunca stratejik açıdan
önemli bir yere sahip olan Akdeniz havzasında bulunan bu potansiyel başta bölge ülkeleri
olmak üzere AB’nin de dikkatini çekmeyi başarabilmiştir. Elde edilecek olan enerji
kaynakları ülkelerin geleceklerini önemli ölçüde şekillendirecektir. Dolayısıyla pastadan pay
almak adına her bir ülkenin birbirleriyle mücadele içerisine girmesi kaçınılmaz bir sonuç
doğurmuştur. Mart 2012 yılında Amerika menşeli petrol şirketi Noble Energy’nin yöneticisi
James Demarest’in yaptığı olduğu ‘şu ana kadar 35 trilyon kübik gaz bulduk ve daha yeni
başlıyoruz. Herkes pastayı nasıl bölüşeceğini konuşurken şunu aklımızdan çıkarmayalım ki
pastanın payı henüz belli olmadı’2 açıklamasıyla birlikte elde edilebilecek olan gelir ile
birlikte artık bu ülkelerin başta ekonomik olmak üzere stratejik ve diplomatik boyutlu olarak
ellerini daha da güçlendireceğine kesin gözüyle bakılmaktadır. Başta belirtmiş olduğum üzere
İsrail ve Mısır’ın elde etmiş olduğu kaynaklara nazaran KKTC ve GKRY bağlamında
Türkiye-Yunanistan arasında gerçekleşen kıta sahanlığı problemi sadece jeostratejik boyutlu
olmayıp jeopolitik boyutlu bir mücadele haline dönüşmektedir. Böylece karşılıklı iki tarafın
üstünlük mücadelesi bölgesel bir problemi aşarak başta AB olmak üzere diğer devletleri de
içine çeken ve bu ülkelerin çıkarları doğrultusunda Türkiye’nin yalnızlaştırıldığı bir politika
haline dönüştürülmüştür. Buna karşın Türkiye ise Doğu Akdeniz üzerindeki sondaj
çalışmalarına aralık devam ettirileceğini kesin bir dille belirtilerek bu konuda hiçbir taviz
verilmeyeceğini ve geri adım atılmayacağını uluslararası kamuoyuna açık bir şekilde
göstermiştir. Özellikle KKTC’nin uluslararası arenada bağımsızlığının diğer devletlerce
tanınmaması başta GKRY ve buna bağlı olarak da Yunanistan’ın argümanlarının haklılığını
nitelediğini bildirilmekte ve bu durum karşısında Türkiye’nin girişimlerini uluslararası
hukuka aykırı olduğu belirtilmekte. Böylece iki ülke arasındaki diplomasi kanalıyla çözümün
pekte mümkün olunmadığı ortaya çıkmış oldu.
Doğu Akdeniz’de ortaya çıkan bu kaynak GKRY’nin en büyük gelir kaynağı
olabileceğini göstermekle birlikte buradan elde edilecek olan doğalgaz AB için eşi bulunmaz
bir değer taşımaktadır. Bunun altında yatan en önemli sebep ise tabii ki AB’nin Rusya
üzerinden tedarik ettiği doğalgazdır. Bu durumda Doğu Akdeniz’den çıkarılacak olan
doğalgaz AB’nin Rusya’ya karşı olan bağımlılığını büyük ölçüde düşürecektir. Böylece
kalkınmasının çok büyük bir çoğunluğunu doğalgaz ihracatı ile gerçekleştiren Rusya’nın yeni
pazarlar aramasına sebebiyet vermesi kaçınılamaz bir senaryo olarak görülmektedir. Bununla
birlikte AB üzerindeki etkisi kırılabilecek olan Rusya için diplomatik ilişkiler açısından da
elinde bulundurduğu eski önemini kaybetme riski içerisine girme olasılığı bulunmaktadır. Bu
tabloya farklı açıdan bakıldığında Doğu Akdeniz’de gerçekleştirilen faaliyetler sadece
Türkiye-Yunanistan açısından sonuçlar doğurmamakla birlikte AB-Rusya arasında cereyan
eden bir mücadeleye dönüşmesi göz ardı edilemez. Rus Lukoil firması Doğu Akdeniz’de
Mısır’a ait ZOHR sahasının %30’unu satın aldı. Novatek Lübnan’da ENI ve Total ile birlikte
rezerv arama çalışmaları için konsorsiyum kurdu. Banyas’tan Tartus’a kadar Suriye’nin kıyı
kesiminde 25 yıllık sondaj hakkı Rus enerji firmalarına ait. Rusya, İsrail ile iş birliğini
geliştirerek Tamar ve Leviathan sahalarındaki gazın bir kısmını LNG olarak Avrupa yerine,
Doğu Asya pazarına satmayı planlıyor. Böylelikle bölge ile olan irtibatı her ne kadar var
olmasa da Rusya’nın özel şirketler aracılığıyla birlikte Doğu Akdeniz’deki girişimleriyle
gerçekleştirerek bir bakıma AB’ye göz dağı vermektedir.
Bölgedeki çalışmaların uluslararası hukuk çerçevesince haklılık kazanabilmesi adına
GKRY ilk adım atan taraf oluyor. Türkiye’nin geç kalmasından istifade eden Güney Kıbrıs
Rum Yönetimi (GKRY) de 2003’te Mısır, 2007’de Lübnan ve 2010’da İsrail ile Münhasır
Ekonomik Bölge Anlaşması imzaladı. GKRY’de Meis Adası’nı gerekçe göstererek Türk Kıta
Sahanlığını yok sayıyor ve ihlal ediyor.4 Böylelikle GKRY’nin bu çalışmalarına karşılık
olarak ise Türkiye de gerekli adımları atarak kendi Münhasır Kıta Sahanlığını çizmiştir.
Ancak ortaya çıkan ve hala daha çözülemeyen sorun ise Türkiye ile GKRY arasında çizilen
bu haritadaki belli bölgelerde karşılıklı hak iddiaları ortaya atılmış buna karşılık olarak ise
AB tarafından Türkiye sertçe eleştirilmiş ve yaptırım tehdidiyle karşı karşıya bırakılmıştır.
Ancak Türkiye’nin daha önce de belirttiği gibi herhangi bir geri adımın söz konusu olmadığı
ve bununla birlikte başta KKTC’nin olmak üzere Türkiye’nin çıkarları her ne şartta olursa
olsun korunacağı bir kez daha belirtilmiştir. Bilakis AB’nin ortaya attığı bu yaptırımlar
Türkiye’yi caydırmak yerine daha da kışkırtmasına sebebiyet vermiştir. Türkiye de buna
karşılık olarak, 2011 yılında KKTC ile “Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması”
imzalamıştır. Buna ek olarak, Türkiye GKRY’nin tek taraflı belirlediği sözde parsellerden 1, 4, 5, 6 ve 7 numaralı olanların Türkiye'nin kıta sahanlığı ya da deniz yetki alanıyla çakıştığını
ve bu bölgelerde Türkiye’den izinsiz hiçbir şekilde petrol ya da doğal gaz araması
yapılamayacağını duyurmuştur. GKRY üç defa ihaleye çıkarak bu çakışma alanlarında arama
yapılması için şirketlere yetki verse de, her defasında Türk donanması tarafından çakışma
alanlarında gerçekleştirilmek istenen aramalara müdahale edilmiştir. Başta AB olmak üzere
GKRY’nin gerçekleştirmiş olduğu söylemlere karşılık Türkiye Doğu Akdeniz’deki arama
faaliyetlerine hız kesmeden devam etmekte ve buna ek olarak da bölgede gerçekleştirmiş
olduğu deniz ve hava kuvvetleri tatbikatlarıyla da varlığını bir kez daha uluslararası
kamuoyuna göstermiştir. Atılan bu adımların temeline yatan en önemli unsur ise Türkiye’nin
GKRY karşısında elinde bir koz bulundurması ve dolayısıyla Türkiye’nin bölgede bir tehdit
unsuru olarak algılanmasını sağlamaktır. Ancak KKTC ile GKRY arasında meselenin masaya
yatırılarak orta bir paydada buluşulması halinde ise Türkiye’nin anlaşma sağlamak adına
gerekli adımların atılacağının garantisi de sunulmaktadır. Her iki tarafta gerilimin tırmanarak
sıcak çatışmaya dönmesini istememekte. Ayrıca son dönemlerde her iki taraftan yapılan
açıklamalar da gösterildiği üzere problemin diplomatik yollarla çözüme kavuşturulması
arzusu taşınmaktadır.
Günümüzde dahil tam olarak Doğu Akdeniz sorununun çözümü için gerekli resmi
adımlar atılmadığı için ilişkilerin ne şekilde geliştirileceği kestirilememektedir. Ancak her iki
devletin birbirini yok sayarak adım atılması söz konusu değildir. Aksi halde bölge boyutlu bir
sorun küresel çapta bir probleme dönüşmesine sebep olabilir. Bununla birlikte AB’nin
öncülüğünde atılacak olan her adım karşılıklı çıkarlar doğrultusunda tarafların meşrutiyetini
sağlamlaştıracaktır. Türkiye’nin ilerleyen yıllarda bu çalışmalar neticesinde elde edeceği
doğal kaynaklar stratejik konumu dolayısıyla değerini daha da arttıracaktır. Amerikalı
uluslararası ilişkiler uzmanı Alfred Mahan‘ın geliştirdiği Deniz Hakimiyeti Teorisi ile
“denizlere hakim olan dünyaya hakim olur.” sözünden de yola çıkarak Doğu Akdeniz ile
ilerde Türkiye’nin kaderi çok farklı şekilde evrilebilir.
Gündemimizi meşgul etmekte olan bir mesele olması dolayısıyla bu durumu anlamak için oldukça iyi bir yazı. Türkiye tehditlere rağmen çalışmalarına devam etmeli bence. Umarım sondaj çalışmaları sonuç verir.
YanıtlaSilTürkiye'nin bu konuyla ilgili tutumunda ısrarcı olması ileride kendisine avantaj sağlayacaktır. Hepimizin temennisi çalışmaların meyvesini bir an önce vermesidir.
Sil